Hukuk ve Duygular

Hukuk duygularla ilgilenir mi? İlk elde cevap ‘ilgilenmez’ oluyor!. Hiç bir hukuk sistemi duyguları yargılama üzerine kurulamaz. Aynı şey düşünceler için degeçerli. Din ve ahlak bireyin oto kontrolünün bir parçası olarak bunlarla ilgilenir. Bireyin iç dünyası değil diğer insanlarla olan ilişkisi hukukun sorunudur. Ve bu ilişki kedini davranış olarak gösterir. Yani hukuk insanların olmayan davranışları gibi olan duygu ve düşünceleri karşısında nötrdür.

Bir insanı yurtsever olmadığı için yargılayamazsınız ama işbirlikçi olduğu için yargılayabilirsiniz. Bu hiçte göründüğü kadar açık değil. İnsanlar her zaman belli (belirsiz) ilişkiler içinde olduğuna göre pekala bir şeyin varlığı başka bir şeyin yokluğu anlamına gelebilir. Yani daha geniş ve iyi (ayrıntılı) tartışmak gerek.

Hukuk içkin olarak hakkına rızayı varsayar. Hukuka dayalı bir toplumda hem azalar hakkına rıza göstermek gerektiğini düşünür hem de toplum onları halklarına rıza yazorlar. Yani hukuk hiç olmazsa teorik olarak veya zaman boyutunda arızi (orta vadeli) bir toplumsal uzlaşmayı içerir. J.J. Russo’yu okumak gerek. Yalnız onu değil daha bir çoğunu okumak gerek.

İşte bu yeni bir problemdir. Bireyin zamanı sınırlıdır.

Yalçın KüçükUlu önderimizle görüştükten sonra 31-Ocak-95 tarihli ‘Özgür Ülke’ de Tarihte Gençliği yazıyor. Bu savunma yazısı hem kendisinin hem de kardeşinin savunması!

Yazıdan ayrıca kardeşinin yalnız masum olmadığı ayrıca maznun olduğu anlaşılıyor. Kardeşi çok belli birinin haksızlığına uğrarken bu çok belli biri kimliği belirsiz birilerinin haksızlığına uğruyor. Ve O, Adalet adına orta yolu buluyor. Kendisi hem hakimin tarafsızlığı hem de kendi savunması olarak durumu açıklığa kavuşturuyor. Kendisine kadar ulaşmış bir şikayeti ifşa ederek kardeşinin uğradığı haksızlığa rağmen ne denli fedakar bir hami olduğunu açık ediyor.

Bu mahkemeden yansıyanlar. Halk mahkemesinden. Bu ifşaat yalnız geçmişte kalanbazı haksızlıkların itibar iadesi anlamına gelmiyor. Sol hareket hiç olmazsa Stalin sonrasında bazı itibar iadelerini biliyor. Her itibar iadesi aynı zamanda bir cürümün kabulü anlamına geliyor. Herhangi bir haksızlığın sonucu olmayan itibar kaybı itibar iadesini gerektirmiyor. Stalin öldüğü için itibar iadesi Beria’nın kurşunlanması anlamına geldi. Ve bu hiç olmazsa kimilerinin 30 yıl bunun aynı zamanda Stalin’in aklanması olduğunu öne sürmelerine yol açtı. Sonuçlarını biliyoruz.

Sakine’nin itibar iadesi ne anlama geliyor? Her şeyden önce Küçük’ün kardeşinin bizim ’ulu önderimizin’ aklanması anlamına geliyor. Ve Yalçın Aklıyor. Kimliği belli olmayan birilerini suçlayarak kimliği belli suçluları aklıyor. Kongre sürüyor.Tasfiye sürüyor. Oyun tekrarlanıyor. Meddah değişik. ’Hocam bana bağırdı’ diyor masum ve mazlum ’ulu önderimiz’. İnsani isyan ettirecek bir haksızlığa maruz kalıyor ve Abisine şikayet ediyor.

Bu zulme rağmen büyüklüğü kendinde bırakıp’ gitme sana kötü davranırlar’ diyor. Ama dinletemiyor. Ve doğal olarak ’ulu önderimizin’ öngörüsü gerçekleşiyor. Kendisi doğrulanırken, Sakine pişmanlık içinde durumu anlıyor. Ve Yalçin bey bunu bildiriyor. Niye bildiriyor? Nasıl bildiriyor? Bunlar önemli. Niye Yalçın bey bildiriyor? Tüm bu sorulara cevap gerekiyor.

Yalçın bey bunu bildirmekle her şeyden önce kendini savunuyor. Kardeşinin ‘kaba bir despot’ olduğu iddiasına ve bunun karşısındaki suskunluğuna savunma olsun diye bildiriyor. Bu işte kardeşin değil ama kimliği belirsiz birilerinin sorumlu olduğunu ve dolayısıyla kendi tutumunun hem haksızlığa boyun eğmek olmadığınıhem de adalet için tavır almak olduğunu ortaya koymuş oluyor. Adabı dairesinde bazı iç haksızlıkların da tartışılabileceğini ve tartışıldığını anlatıyor. Bunu yaparken aynı zamanda tedbir de almış oluyor. İlerde ortaya çıkabilecek bazı haksızlıkların bilgisi dairesine girdiğinde (yine usulü dairesinde) tavıralacağını söylemiş oluyor.

Her ne kadar kardeşi insanları bilmedikleri ile yargılıyorsa da Yalçın bey bilmediği şeylerden sorumlu tutulamaz. Ancak bildikleri bir dayanak olabilir. Gerçi biz ölümlülerin bilmediği bazı şeyleri bildiği varsayılabilir. Ama her şeyi de illaki bilmesi gerekmez. Bu konudaki eğer tartışılacaksa bildiğinde kuşku bulunmayan şeylere dayanmak gerekiyor.

Hukuk objektif olmalıdır. Yalçın beyin DGM’lerde yaptığı savunmalar bu konuda zengin örneklerle dolu. Ve DGM’lerin gadrine uğramış biri bazı temel hukuki mekanizmaları tanıyor demektir.

Yalçın bey Sakine’nin Şener’in nişanlısı olduğunu söylüyor. Muhtemelen bunu ulu önderimizin ’tabanı’ kontrol etmekteki güçlükleri için söylüyor. Böylece Sakine kamu nezdin de bir potansiyel suçlu oluyor. Şener’in ne derece suçlu olduğu biryana bundan Sakine’nin sorumlu tutulamayacağı açık. Ve eğer birileri buna rağmen ona hoşgörü ile bakmışsa bu bir lütuf değildir. Suç’un şahsiliği prensibinin gereğidir. çağdaş hukuk toplu cezalandırmayı ret ediyor. Ayrıca Sakine’nin nişanlısına küfretmesi de gerekmiyor.

TC hukuku bile herkese yakınlarını suçlamaktan kaçınma hakkını tanıyor. Belki Sakine konusu bir yana bırakılıp Şener tartışılabilir.

Yalçın bey Şener’in ters bir muhalefette bulunduğunu (muhalefetin doğrusu nasıl oluyorsa? ve bu milli Türk muhalefetinde var!) ve ’bunu hayatıyla ödediğini’ yazıyor. Buradaki terslik muhalefetin içeriğinden çok ulu önderimizin ’şahsına’ yönelik suçlamalar. Peki diyelim Şener ’ajan’. Ulu önderimiz bununla yetinmedi ki. Sabiha Şener dahil tüm aileyi ajan hem de MİT, MOSSAD, SEPO ve CİA ajanı olarak tüm aileyi damgaladı. Her şeye rağmen ulu önderimiz Sakine’nin kan bağı olmadığını düşünmüş olabilir ve Sakine’yi ayrık tutabilir.

Apo bugün (artık) istese de gerçekleri söyleyemez! Bu yalnız bugüne kadar gizlenmesi gereken birçok şeyin birikmiş olmasından dolayı değil. Daha önemlisi bugünkü konumu (hem gerçek hem de sandığı) buna el vermez. Ve bu yalnız onun değil tüm güç sahibi olanların ortak sorunudur. Problem aynı zamanda genel bir problemdir. Söz sonuç verir. Bu demektir ki; konuşan dinleyen üzerinde şu yada bu biçimde etkide bulunur. Bu sorun hem zaman içinde hem de mekan içinde genel bir sorundur. Hiç olmazsa uygar toplulukların oluşmasından bu yana hep varolagelmiştir. Bugün özellikle politikacılar ve sermaye tekelleri bakımından bu çarpıcıdır.

Bir kredi kuruluşunun bir ülkenin ekonomisi hakkında ne düşündüğü yalnız bir tespit değil aynı zamanda bir etkileyici faktördür. Kredi notu (asıl sonuçları ile karşılaştırılınca görece önemsiz olmakla birlikte) hemen kendini borsada yada faiz hadlerinde belli eder. Bir politikacı (çoğu zaman haklı olarak) edeceği bir lafın sonuçlarını düşünmek zorundadır. Clinton’un bir lafı doların değerini veya Sırpların saldırılarını etkileyebilir. Hele bugünün dünyasında binlerce bağ ile bağlı odaklar bu durumu gözetmek durumundadırlar.

Bu, çocuklar söz konusu olduğunda daha ortadadır. Bazı gerçeklerin çocuklara yansımaması gerektiği hemen her yetişkinin paylaştığı bir fikirdir. Ve bunun niyetin iyi veya kötü olması ile de ilgisi yoktur.

Bu askeri alanda bir adım daha ileri gider. Kendini, gerçeğin gizlenmesinin ötesinde, yalan açıklamalar biçiminde gösterir. Aslında bu mekanizmalar üzerinde düşünmeye değecek bolca malzeme içerir. Bu hele devlet söz konusu olunca, gizleme ve yalan söylemenin ötesine taşarak gerçeğin açıklanmasının engellenmesi ve bunun cezai yaptırıma bağlanması noktasına ulaşır. Bu süreç açıklanan bilginin önemi ile doğru orantılıdır. Bilgi-çağı olarak taclandırılan günümüzde her geçen gün daha da artmakta. Bilginin önemi arttıkça,hem bunun açıklanması gereği hem de bunun gizlenmesi gereği artar. Ve açmaz buradadır. Bu gün dünyanın güneş etrafında döndüğünün açıklanması, herhangi bir sakınca içermiyor. Galile için ise bu hayat-memat meselesi idi. On yıl önce devlet sırrı sayılan (ve belki de olan) bir bilgiyi bugün kolayca elde edebilmek olanaklıdır.

Bu bizi pür bilim ve alimin sorumluluğu konusuna getirir. Bilim adamları hem tarihte hem de günümüzde bu konudaki tercihlerine göre sınıflandırılabilir. Bu iki sorumluluk karşısındaki tutumları önemli bir ayraçtır. ’Gerçeğe bağlı’ bir bilim adamından beklenen bilgiye karşı sorumluluğunun gereklerini yapması olduğu söylenir. Beşikçi bu konuda ilginç bir örnektir. Yıllardır egemen ideolojiye karşı çıkarken büyük olasılıkla bildiği bazı şeyleri ’sonuçları’ kaygısıyla kendine saklıyor. Bilen insanın ’kaygı ve endişe’ ile bildiğini kendine saklaması uygunmudur? Veya tutarlı olması gereklimidir? Bunlar sorulması gereken sorulardır.Tartışmanın özü gerçeğin bilinmesinin ’bize’ faydası değil ama bize zararı olsada gerekip gerekmediğidir.

Aponun konumu ise hiç elverişli değildir. Bu sorun devlet mekanizması içinde kendi mecrasında çözülüyor. Ama ’biz’ nasıl çözeceğiz? soru budur. Henüz bu konuda bazı avantajlarımız var. Her şeyden önce devlet bu bilgileri istismar etmekte fazla ileri değil. Ayrıca ulaşabildiğimiz kitleler çok geniş değil. Böyle olmasa da bize en çok gerekli olan şeylerden biri, bilgi edinme hakkı ve açıklama sorumluluğudur. Bu hak yalnız onlar için değil bizler içinde gereklidir. Bizim işimizde de gereklidir. Bu konuda normlar oluşturmak mücadelenin temel gereksinimlerinden biridir.

Kürtlerin neyapması gerekir

Kürtlerin neyapması gerektiği, 3 unsurun’un analizi ile yakından bağlı. Bunlar:

1-İç durum

2-Bölgesel durum

3-Uluslararası durum.

Ve 80 den buyana bu üç unsurda da yenilikler var ve sürüyor. Artık Kürt hareketi kendini’ kendi kendine ajitasyon çekmekten kurtararak düşünebilmelidir. Bu, günümüzünen yakıcı sorunudur ve Kürt aydınlarının belki ilk gerçek sınavıdır. Uzunyılları birbiri ile cebelleşmekle geçiren Kürt aydınları artık biraz da kendi dar dünyalarının dışına bakmayı becerebilecekler mi? Çok bilinmeyenli ve bağımlı parametreleri içeren bu denklem sisteminin kısmi de olsa uygun çözümlerinin bulunabilmesi buna bağlıdır.

Bir denklem sisteminin çözümünde hiç olmazsa bir çıkış noktası olarak bazı değişkenleri verili sayarak (apaçık yanlış varsayımlar yaparak), derece düşürmek bir metot olarak düşünülebilir. 70 sonrası üç deney Kürtler açısından 2. ve 3.denklemlere bakışta yardımcı olabilecek geniş bir malzeme oluşturuyor. Ve neyazık ki; bu üç deneye de ciddi bir Kürt bakışı olduğu söylenemez. Bu 75-Güney, 79-Doğu ve 90-Güney deneyleridir. Kuzey 84 ile başlayan ve henüz süren(?) deneybir yana bırakılabilir.

Bu üç deneyde esas olarak iç destek bakımından sorunsuz sayılabilir. Politikasının doğruluğu ne denli tartışılırsa tartışılsın Barzani hareketinin Kürt halkınıne zici desteğine sahip olduğu tartışmasızdır. Aynı şey belki daha az olmaklabirlikte Qasemlu için de geçerli. Hiç olmazsa İran Kürdistani bakımından gerçekbir halk desteğine sahip olduğu açıktır. 75 hareketinden farklı olarak, hem 90hem de 79 hareketi düşmanın olabilecek kadar zayıf olduğu koşullarda tecellietti. Hele Irak Kürdistan’ında bu gün gibi açıktır. Bu üç hareket de iç destek bakımından sorunsuz idi.

Bunların herbiri, hiç olmazsa ilk ikisi ve üçüncüsü tamamen farklı uluslararası koşullarda cereyan etti.

75 Hareketis istemler arası gerginlik kollarında cereyan ederken 79 hareketi belki yumuşamanın egemen olduğu koşullarda (bunları ayrıntılı olarak araştırmak gerek) koşullarda ve 90 hareketi Sovyet sisteminin çöküş koşullarında gerçekleşti. Bugün artık sosyalist (gerçekten sosyalist olsun veya olmasın) sistem yok. Yani yeni uluslararası koşullar var. Bu durumu hesaba katmayan bir çözüm hain değilse mutlaka aptaldır. Bu sürede, Iranda ayaklanma, Türkiye’de bir darbe, Irak-İran savaşı, Ermeni Azeri savaşı, Körfez savaşı, Filistin-Arap-İsrail antlaşması oldu. Kimi sonuçlanmış kimi süren yeni durumlar var.

Bu üç deneyden özellikle sonuncusu (ama diğer ikisi de) bir gerçeği açıkça gösteriyor. İç desteğin büyüklüğü ve düşmanın zayıflığı başarı için yetmiyor. Başka bazı şeyler gerekiyor. Bunların ne olduğu tartışma götürse bile bu bir olgu. Ve insan denen yaratık olmuşlardan ders çıkararak olacakları kestirip etkilemeye çalışan bir yaratık.

Sosyalizm intarihinde çarpıcı bir olgu olarak kalıcı liderlik görülüyor. Nerdeyse tümdevrim önderleri ve ardılları ya şu ya da bu biçimde tasfiye ediliyor ya daAllah’ın emri ile ölüyorlar. Ki bu da hemen her zaman ardında bir iktidarsavaşı bırakıyor. Bu neden böyle? Bu soru artık sorulmalıdır.

Son örnekKim İl Sung’un ölümü ile kendini bir kez daha belli etti. Daha önce ölene kadarlider kalmış bir çoğu var. Lenin, Stalin, Mao, Dimitrov, Enver Hoca, Tito,Honneker, Çavuçesko, Brejnev, Andropov, Castro, Ho Shi Min v.s Aslında bunlarınher birini tek tek ele alıp incelemek gerekiyor. Bu alanda hem tarihte hem dekarşı cephede örnek yok değil. M. Kemal bir örnek. Ama sosyalistleri ilk eldeilgilendirmesi gereken, ’kendi’ liderleri olsa gerek. Bunun ilk akla gelenistisnası Kruşçev. Onun da ne kadar oturmaya fırsatı kaldığı tartışma götürür.

Bu iş niyeböyle oluyor? Başka bir türlüsü olanaksız mıdır? Toplumun gelişmesi veilerlemesi adına uygun olan mı budur yoksa tek mümkün olan mı budur? Bununkitle ve birey psikolojisi ile ilgisi nedir?

Bu sorularaverilecek sağduyulu ve belki de bilimsel cevaplar, Sosyalist hareketin yenidendoğuş ve yapılanma sürecinden söz edilecekse, temel konulardan biridir.

Kürtlerdeulusal bilinç ne durumda? Bu soru her şeyden önce ulusal bilincin tanımındaberraklık gerektiriyor. Genel ve kavramsal düzeyde bir tartışma gerekse bile,güncel ve somuta ilişkin bir saptama mümkün ve olanaklı.

Geçmişte olduğu gibi bugün de sömürgeci devletler Kürtlerin kendilerine vefa borcu olduğu fikrinden yola çıkıyorlar. 70 li yılarda bu konuda üç unsurdan söz etmek olanaklı. Birincisi; egemen ulusun ideolojik baskısı Kürt yurtsever hareketini ’ulusal çıkar’ düşüncesinden uzak tuttu. Bu okullarda kemalizmin ’kalleş Yunan’ve düşmanla işbirliği yapan ’hainler’ şekillendirmesi ile kendini gösterdi.Büyük bir olasılıkla, Şeyh Said ayaklanması sonrasına kadar Kürt aydınlarına egemen olan ’ideolojik bakış bu idi. Devleti Ali Osmaniye’nin bekası bir bedahet idi. Ve Kürtlerin ’Kurtuluş savaşında’ hangi fırsatları kaçırdıklarının farkına varmaları için içerde yenilginin acısını dışarıda muhacereti tanımaları gerekti. Nasıl bir kalleşliğe uğradıklarını anlamaları için ’akılları mahkemeden sonra başlarına ’geldi. Mahabad denemsinin Kürt bilincinde ne izlerbıraktığı ayrıca araştırılmalıdır. Bu etki yeni cumhuriyet kuşağında Türkleşme ile el-ele sürdü.

İkincisi hiç olmazsa 70 li yıllarda Sistemler arası rekabet ortamının ve sol etkilerin bulandırıcı etkisi idi. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve üçlü bileşene duyulan içten inanç, ulusal çıkarların tek bir yolunu mümkün görmeye yol açtı. Berzani hareketinin yenilgisinin de etkileri ile ve ilke olarak emperyalizme ve kapitalizme karşı olmak gereği Türk halkı ile kardeşçe ilişkilerle de uyum içinde idi. Ve biz her ne kadar Kürtlerin kendi devletlerini kurmalarının en doğal hakları olduğunu düşünüyorduysak da dış destek ancak bu üçlü bileşenden kaynaklanabilirdi. Karşı cepheden ne bir eğilim vardı ne de güvenilir idi. 75 deneyi ortada idi. Belki teorik olarak mümkündü ama,’emperyalistler veya Türkiye’nin düşmanları’ destek verseler Kürtler kabul etmeli mi? sorusu için zemin yoktu. Uğur Mumcu bile ’Amerikanın üç topu’ diyordu. Aslında bu dönemi hem kaynaklarından hem de yaşananlarda ayrıntılı olarak hatırlamak gerek.

Üçüncüsü; bu konunun somut bir sorun olması, Sovyetlerin dağılması ve Körfez savaşı ertesinde kendini dayattı. Ama halen egemen ulusların ideolojik baskısına karşı, göğüs germeden ne yazık ki söz etmek mümkün değil. Gerek birbiriyle gerek başkaları ile tartışmada, Kürtler halen kendi ulusal çıkarlarına uygunluğu savunmanın merkezine koyamıyorlar. Bu nokta ulusal mücadelenin ideolojik cephesinde en başa alınması gereken alandır. ’Kendi’ çıkarlarının gereğini hem kendi içlerinde hem başkalarına anlatımlarında tartışmanın eksenine koymalıdırlar. Ve bunu yaparken çok berrak olmalıdırlar. Orhan Kotanın yaptığı ise hiçte bu değildir. O, Başkalarına alet olmamaktan söz ederken eloğlunun bize kalleşlik yapabileceğinin kaygılarını değil, Türkiye kavramından yola çıkıyor.

Düşünce ve ifade özgürlüğü hep bizim düşmanla ilişkilerimiz bağlamında tartışıldı. Bugün artık bunu sadece devlet konusunda tartışmak aslında malumu ilandan fazla bir öneme sahip değil. Ve devletin ideolojik hukuki baskısı temel bir ihtiyacımız olan özgür düşünce ve ifade cesaretinin gözden kaçmasına neden oluyor. Murat kendi kafasıyla düşünmekten söz ederken, Zınar çok haklı gerekçelerle ve oldukça tutarlı eleştirilerle Orhan’ı eleştiriyor. Ama çok cılız da olsa manevi baskı uygulayıcı izler var eleştirilerinde. Her ne kadar Orhan, bu baskı altında kalmamak için gerekli hemen her şeye sahipse de, yazılanı yalnız o okumuyor. Ve bu asıl önemli olandır.

Ben ne dedim? Bizim geleneksel yargılayıcı tutumumuz düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki en önemli engeldir. Son yirmi yıldaki verimsizliğimizin asli nedenlerinden biri budur. Bu gün bu yakıcı güncel sorunlarımızdan biridir. çok elle tutulurdur. Ceza korkusu ve/veya sorumluluk duygusundan kaynaklanan oto-sansürden çok daha fazla kendi içimizden gelecek suçlamalar, yani aslında sahip olmadığımız niyetler ve Gerçeğimiz hilafına suçlanabileceğimiz hem de ağır biçimde suçlanabileceğimiz kaygısı aydın ve aydınımsılarımızın en önemli frenlerinden biridir. Politize olmuş aydınlar ve aydınlanmış politikacıların iç içe yaşadığı düşünülürse bunun düşünsel hayatımız üstündeki ağır baskısı etkisi daha açık görülür. Bu konuda askeri ve siyasi ’başarılarından aldığı güçle hem kendine sınırsız özgürlük (ve bu yer yer açıkça sorumsuzluk haline de geliyor) geri kalanlara da fikri baskı (ki bu çoğunlukla despotizme varıyor) altında tutmayı reva gören ulu önderimiz en çarpıcı örnektir. Burada asıl önemli olan ulu önderimizde uç noktalara varan özelliklerin bizdeki nüvelerini yakalamak ve eleştirilerimizin gerçek özeleştiriye dönebilmesini sağlamaktır. Kürtlerin bugün tek alternatifi ulu önderimizin aşılması yani bu eleştirinin yenilenme süreci haline gelmesidir. Onu değiştirmek olanaklı olmadığına göre Onu kendi değişimimizin gerekçesi yapabilme becerisini gösterebilmeliyiz. Ve insanlara özellikle de yeni kuşağa ’ihanet’, ’döneklik’, ’işbirlikçilik’ v.b.suçlamalarla karşılaşmak riskini almadan pekala ayrık düşünebilecekleri ve düşüncelerini ifade edebilecekleri güvenini verebilmeliyiz. Bunun için yine ulu önderimizde uç noktada seyreden ’allame-i cihan’ saplantısından kurtulup, ayrık düşünceyi, kendimizi değişmeye açık tutarak ve bunu belli ederek, dinlemeye ve toplu düşünme anlamıyla tartışmaya hazır olmalıyız. Bu her şeyden önce karşıdaki hak etmiş olsa bile, olumlu-olumsuz sıfatları kullanmaktan imtina etmek pahasına bile olsa.

Bazı saplantılarımız var. Bunları bulup çıkarmak ve kendini bunlardan kurtarmak yenilenmenin ana unsurlarından olsa gerek. Gizlilik ve illegalite kavramı (buiki kavram bizde hiç olmazsa 70-li yılarda birdir) böyle bir kavram. Bu saplantıları iki ana başlık altında toplamak uygun olabilir. Dışsal saplantılar ve içsel saplantılar. İdeolojik bombardımanın yol açtığı saplantılar ilk gruba girer. Anarşist, terörist, bölücü, kökü dışarıda suçlamaları bir noktadan sonra artık kendimiz de bu suçlamalara boyun eğer durum geliriz. Bir de kendimizden kaynaklananlar var. Gizliliğe olan tutkumuzun nedenlerinden biri de içimizde bunu kendine uygun bulanların olmasıdır, herhalde.

Evvelsi gün Reha Muhtarın Ateş hattı programında 3 Devrimci ve 3 faşist öğrencinin katıldığı bir açık oturum vardı. Konu son zamanlarda öğrencilere yönelik saldırılar. Konuklar bir grup öğrenci ve İstanbul emniyet müdürü. Hem eski hemde bazı yeni unsurları içeriyordu. Ülkü ocakları başkanı bir lümpen. Arkasında duran Devlet, kendini anlatmaya çalışan devrimci gençler ve dinleyen yeni kuşak. Mutlaka bulup bulundurmak gerek.

Dün gece ise Perde arkasında Alevilik üzerinenin ikinci bölümü ve iki apocu kızın ifşaatları. Lavrion kampı. Yunan istihbaratçıları ve Ankara emniyetinin başarılı çalışmaları. Kızlardan biri iki buçuk aylık ’eğitimleri’ için şöyle diyordu. İki ay kadar siyasi eğitim. Toplum tarihi, Kürdistan tarihi, Aponun kitapları sonra 15 gün de askeri eğitim. Silah kullanımı ve bomba yapımı. Tam bir psikolojik savaş programı. Ama Selim’in de belirttiği ve ulu önderimizin de izah ettiği eğitimin nasıl olduğunu doğruluyor. Büyük şehirlerdeki başarısızlıklarına ve Kürdistan da ki verimsizliklerine ışık tutuyor.

Artık işin gerekleri ile işçiliğin gerekleri uyuşmuyor ve ulu önderimiz işçiliğin gereklerini yapıyor. Ta ki bu onu işsiz bırakana kadar da bunu yapacak. Ordulaşma yazısını böyle anlamak gerek.

Bugün Armanc redaksiyonunun düzenlediği toplantısında boş (ya da bomboş) konuştum. Niye böyle yaptım? Bilmiyorum. Bu tepkimi nasıl izah edeceğim. Tepki duyduğum ne idi?

Bunu orada izah edemedim. Kendim de iyi bilmiyorum. Zaman dardı. Hazırlıksızdım. Düşünmeden gelmiştim.

Nelersöyledim.?

1-Armancı ilk gördüğümde ’peşengçi arkadaşlar çıkarıyor’ diye düşünmüştüm. Bunda bir değer vardır dedim. Niye parti etkisinden rahatsız olunuyor?

2-Arif akılveriyordu. Buna kızdım. Amatörlükten yakınmanın değerleri gölgelediğini hissettim. Kalifikasyonların meccanen ortaya konması gerektiğini söylemeye çalıştım herhalde.

3-Harf veteknik ten söz ettim.

Bu halde düşünülmez. Kendime yönelmem gerekiyor mu? Birilerinin değerleri savunması gerekiyor. Profesyonellik nedir?

>
Manipülasyon

Reha Muhtarın ’Ateş Hattı’ programı bir istisna değil. Belki en belirgin örnekte değil. Sesinin düzeyini (volumünü) yükseltmek yeni TV programcılığında bir tendens. Bu hemen her programda var. (Bunların birer örneğini bulundurmak gerek). Birand’tan Fatoş’a kadar (?).

Bu bir moda.İsveç televizyonunda TV Shop programının amerikan kökenli reklamlarında var. Bu moda yeni değil. Bu stil kendimi bildim bileli var. Eskiden politikacılar ve çadırcı çığırtkanları böyle yapardı. Birde Türk filmlerinin ’Parçaları. ’Açık,heyecan, macera, kin, intikam, ne ararsanız bu filimde’ derlerdi. Bu eğilimi Anadolu köylü kadınının ’Güllü don’unda masumane, Osmanbeydeki kadının ’Her bir ayağı ayrı renk cümbüşü’ pantolonunda zavallıca bulmak mümkün.

Bu kabalığın kaynağı ne? Neden bu kadar bağırıp çağırma? Bu ürünün üç bileşeni var! üreteni, tüketeni, üretim koşulları. Ve bu ürünü her şeyden önce tüketen gelişkin değil. Adam kendisi düşünmüyor. Bunu istemiyor da. Hayatın cehennemi kedisini ’gaza’getirebilecek birilerini bekler duruma getirmiş. Piyasa kurallarının belki ilki. Bir ürünün kalitesi talep tarafından belirlenir. Bu ürünün bu kadar satması, talebin mahiyetini gösteriyor. Herife ince el-işi giysiyi satamazsın. çünkü konfeksiyon istiyor. Aklı başında bir tartışma programı da satamazsın. Düşünmekten ve düşündürülmekten hoşlanmıyor. Hayatın cehennemine katlanabilmek için, kafasının midesine oturmayacak hafif şeyler istiyor. Yeni bir güne karın ağrıları ile başlayacak gücü yok.

Üretenden ne haber? O daha bir alem. Hem talebi biliyor. Talebi tanıyor. Hem de bu mal ona çok uygun düşüyor. Yeteneklerini zorlaması gerekmiyor. Talebin kalitesini yükseltmek gibi bir kaygısı yok. Olsa da bunu becerebilecek gücü yok. Hem kendinde yok, hem koşullarda yok. ’Halkın ne istediğini araştırıyor, bunu bulup üretiyor, ’Halka’ sunuyor. Geliriyle paşalar gibi geçinip gidiyor.

Üçüncü aktör devlet. Üretim ve tüketimin kollarını oluşturuyor. Buna hükmediyor. Bir yandan kalite yükselmesini engelliyor. Bunun tehlikelerini biliyor. Kaliteli bir malarayan insanın ardı arkası kesilmez isteklerini görüyor. Öte yandan ’Halkın’ talebini daha geriye çekmek için üretenleri teşvik ediyor. Durumu idare etmeye çalışıyor. Ancak karşılıklı olarak birbirini aptallaştıran üretici ve tüketici sayesinde ayakta kalabileceğini biliyor. (Radyo TV yüksek kurulunun ’kararları çok ilginç bir düşünme malzemesi olurdu.)

Bu ceberut devlet dün politikacısına politika yerine, laf-û güzaf pazarlatıyordu. Fukara politikacı ne yapacak? Ha bire hitabetini geliştirmeye çalışıyor. Halk ise kimin hitabetinin daha güçlü olduğuna karar veren saha dışı seyirciyi oynuyor. Esat Kıratlıoğlu bu tipin ’eski’, Karayalçin ise ’yeni’ örneği oluyor.

Bu hadiseyeni değil. eskilere belki de çok eskilere dayanıyor. Benim tavır alışım belki bu çerçevede. Halkın istekleri ile (ki bu ağzı laf yapmak tespitinde belli idi) kendi gerçeğimin uyumsuzluğunu anlattım durdum. Belki anlatamadım ama söyledim. Bu seksen öncesi bir peygamber gelmeyeceğini sonrası ise ortalamanın yükseltilmesi fikrinde açıktır.

Bugün yakıcı olan bu hastalığın yeniden bize de bulaşmasını önlemektir. Bu gerçekten bulaşıcı bir hastalıktır. Farıs’ın popülariteye Eyyub’ün bağımsız kalmak için dış destek konusundaki direnişten duyduğu pişmanlığa, Arif’in sansasyon gazeteciliğinin önemine ilişkin fikirleri, Haydar’ın yenilenme ve büyük konuşma ihtiyacı bu bulaşmanın emareleri değil mi?

Bir öncekinot birkaç fikir eklemeyi gerektiriyor.

Devrimcilik gelişmek ve geliştirmektir. Devrimci ilişki ilerleten ilişkidir. Yenileştiren değiştiren ama her şeyden önce ilerleten zenginleştiren ilişkidir.

Bu görevin devrim sonrasına ertelenmesinin çıkmaz sokak olduğu anlaşılmasa bile belli olmuştur. Eğer devrim olacaksa bu devrimci ilişkiler üstünde yükselecektir.Gelişmek daha çok ’kaale alınmak’ değildir. Ulu önderimiz böyle anlıyor?

Türk(iye) burjuvazisi modernleştiği veya modernizasyon süreci yaşadığı izlenimini veriyor. Bunun belirtilerini bir çok alanda görmek mümkün. Ama sol ve özellikle Kürt hareketi karşısında bazı tutumları bunu çağrıştırıyor. Henüz ne bunu zorlayan koşullar yeterince olgunlaşmış ne de burjuvazi bunu yeterince sağlayabilmiş. Bu hengamede kendini gösteren ilkellikleri böyle anlamak olanaklı. Tansu hanımın anlamı aslında, bu modernleşme zorlamasının manipülasyonu olarak tanımlanabilir. Manipülasyon ve insiyatif kavramları arasındaki ayırım, konunun anlaşılmasına yardımcı olabilir.

Burjuvazi modernleşmenin insiyatifini eline alabilecek denli güçlü değil. Geriye seçenek olarak bu manipülasyon kalıyor. Hükümetin Newroz karşısında, ordunun silahlı mücadele karşısındaki tutumları bunun görüngüleri. Son olarak Gazi Osman Paşa olayları sırasındaki kimleri anlattığı belli olmayan ’Provokatör’ tespiti bunun kötü bir örneğini oluşturuyor.

Bir konuda inisiyatif koymak; tasarlanmış bir hedefe varmak için yine tasarlanmış metotlarla bazı davranışlar göstermek iken, manipülasyon irade dışı ortaya çıkmış bir durumun mümkünse avantaja dönüştürülmesi ama hiç olmazsa dezavantaj olmaktan çıkarılması için çaba göstermek demektir.

Buna ordunun silahlı mücadele karşısındaki tutumu örnektir. Her şeyden önce ordunun henüz olgunlaşmamış koşullarda bir Kürt isyanı başlatıp bunu bastırarak Kürt sorununu (veya potansiyelini) denetim altına almak inisiyatifinden söz etmek oldukça güçtür. Ama savaş bir kez başladıktan sonra artık bunu askeri bir zaferin de ötesinde kendileri bakımından daha uzun vadeli denetim altında tutmanın koşullarını oluşturma doğrultusunda maniple etmeye çalışmak daha akıllıca bir iştir. Bu yönelimi savaşın on yıllık gelişiminin ve sonuçlarının incelenmesinden çıkarmak olanaklı görünüyor. Devletin bu 10 yılda sürüp giden hır-gürü içinde varsa bu kırmızı şeridi görmek ve göstermek gerek.

Aslında aynı şeyler şeriatçı hareket için de söylenebilir. Hiç olmazsa Avrupa Birliği ile olan ilişkilerde ’şeriatçı tehdidi olduğundan fazla göstererek devlet durumu Avrupa karşısında bir koz olarak kullandı, kullanıyor. Bunun son örneği Irak Kürdistanına müdahale oluşturuyor. Bu örnek iki unsuru da bünyesinde barındırıyor. Türkiye Kürdistanı bakımından inisiyatifi elinde bulunduran devlet Irak kürdistanı bakımından durumu maniple etme peşinde.

Bu’modernleşme’ karşısında sol ise ’klasikliğini’ sürdürüyor. Mevcut solun başattepkisi; alıştığı koşulların dışında unsurlar karşısında ’mızmızlanmak’ ötesine geçiyor mu? Asıl olan ise bu şeklilik ile kol kola giden ’modernleşme’ zorlamasını görmek, avazı çıktığı kadar bağıran gazetecinin ilkelliğini gizleme çabasında biraz da modern bir görüntü verme ihtiyacını gözlemek. Görüntünün sahteliğini ’teşhir’ ederek ’açığa’ çıkarmaktan çok belki bununla birlikte, içeriğinin doldurulmasını zorlamak gerek.

Bu noktada’burjuvazi içindeki çelişkiler bizi ilgilendirmez’ mantığının pratik politikanlamının tartışılması kendini dayatıyor. 70-li yıllarda belki ’sol’ hareketinkişilik kazanmasının gereği olarak bu çelişkilere uzak durulabilirdi. Ama hem pratik politikanın gerekleri hem de yeni koşullar artık bu ilgisizliği sakıncalı kılıyor. Belki daha iyi bir ifade ile, bugünkü koşulların politika sahnesinde var olmaya uygunlaştığı söylenebilir. Sorun ’sol’un buna ne kadar’hazır veya uygun’ olduğudur.