Düşünen insan bu eyleminde her şeyden önce araç olarak kavramları kullanır. Kullanılan aracın yapılan iş üzerindeki etkisinin ne olacağı sorunu ileriye bırakılarak, bu aracın kaçınılmaz olduğu varsayılabilir. Bu varsayım altında, yaptığı işe önem veren birinin ilk önem vermesi gereken şey kavramların ’uygun’seçimi olmalıdır. Ya da hiç olmazsa ustalığa özenen biri araçlarını iyi tanımalıdır.
’Kavram’, isimden farklı olarak ’anlam’ taşıyan sözdür. ’Anlamlı’lık aslında hiçte kavramın kendisine ilişkin bir özellik değildir. Bu aslında ’anlayana’ ilişkindir. Bu kavramın anlamının belirlenmesinde ortaya çıkan ilk güçlüklerden biri sayılabilir. Bir kavram bunu anlayana bağlı olarak bir anlam içerir. Bencillik kavramı örnek seçilebilir. Hem zaman hem de mekan içinde bu kavramın değişik bir çok anlamlandırılmasını bulabiliriz. Bu anlamlandırma farkı bunun varyantları sayılabilecek, işini bilmek, göz açık olmak, kendini düşünmek, v.s.tanımlarına yol açmıştır. Bu tanımlar biraz kurcalanırsa aslında aşağı yukarı aynı davranış biçimlerini tanımlar. Ama aralarındaki fark bu davranışa gösterilen tepkiden kaynaklanır. Yoksa asıl fark olayın kendisinde değildir. Siz elinde bir ekmek varken yanındakinin yarım ekmeğini almaya çalışmayı bencillik kavramı ile ifade ederken, başkası bunu göz açıklık kavramı ile karşılayabilir. Dolayisiyle bu kavramı seçmeniz aynı zamanda (hiç olmazsa düşünsel planda) bir tutum alış da demektir.
O halde ciddi bir düşünme faaliyeti, çıkış noktası olarak olanaklı en az sayıda kavramı ve yine olanaklı en az sayıda varyasyon gösterenler arasından derlemelidir. Öyle ki seçilen kavramlar ne kullanıcı üstündeki olası etkilerine de muhatap tarafından algılanışı bakımından kayda değer bir sakınca oluşturmasın. Bu seçim sanılabileceğinden çok daha güç bir seçimdir. çıkar ve fayda kavramlarını ele alabiliriz.
Birine bu iş senin çıkarınadır demekle faydanadır deme karşısında alınacak tepki farklıdır.
Dünkü Hürriyet gazetesi ilginç şeyler içeriyor. Genel Kurmay başkanı Tunceli’deki köy yakmalar konusunda yeniden soruşturma yapılacağını söylerken, Mesut Yılmaz barış komitesine destek sunuyor ve Oktay Ekşi Lice dahil birçok yerde devletin ceberutluğundan söz ediyor. Hem de yazısını ’ceberut olmaktan kurtulamaz’ diye bitiriyor. Yani tekil bir eylemini değil tutumunu ya da niteliğini söylüyor.
Burda cevaplanması gereken sorular var. Artık çuvala sığmayan mızrağı kapmaya ve sistemin sınırları içine çekmeye çalışmak mı? Giderek denetimden çıkan askeri(ve gayr-i askeri) güçlerin yarattığı endişe mi? Yoksa duruma hakim olmanın verdiği güvenle emniyet sübaplarının gevşetilmesi gereğinden kaynaklanan ’bi rnalına bir mıhına’ siyaseti mi? Bu soruya doğru cevap vermek gerekiyor.
Hemen akla gelen cevap ’hepsi birden’ oluyor. Böyle bir cevap mümkün olmakla birlikte fazla bir şey söylemiyor. Hele Oktay Ekşi’nin nasılda iki yüzlü olduğunu gösterdiğini çıkarmak propaganda dışında hiç bir işe yaramıyor. Bizim basında ise ne yazık ki belirleyici yaklaşım bu sonuncusu oluyor. Ve bu durumdan sıyrılmak bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor. Bu tutum aslında sistem ile bağlarını koparmamışlığın göstergelerinden biri olarak anlaşılabilir.
Ben bu tutum değişikliğini yerli yerine oturtamıyorum. Neden? Aklım mı yetmiyor? Bilgim mi yetmiyor? Ruhum mu yetmiyor? Bunlar da cevaplanması gereken sorular.
Doğru bir yorum yapabilmek için bazı önkoşullar var. Bu herif büyük bir gazetenin önemli bir yazarı. Yani? Yani, hem kendisi kamuoyunun yapıcılarından hem de kamu oyundan etkileniyor. Dolaysıyla söylediklerini yorumlamak yani(anlamlandırmak) için ‚kamu oyunu’ bilmek gerekiyor. Bu bilme ancak sürekli bir takip etme ile olanaklı. Yalnız sürekli değil ayrıca ve daha önemlisi‚ sistematik’ bir izlemeyi gerektiriyor.
Tarafların birbirine göre durumları analizin diğer unsurunu oluşturuyor. Gerçekten bu değişiklik hangi güç dengelerinin sonucudur? Veya ifadesidir. Bu da tarafların durumu ile ilgili somut bilgi gerektiriyor. Bu bilgi yine sürekli ve sistemli bir izlemenin yanında doğrudan bilgilenmeyi de gerektiriyor. Bu konuda devletin tutumu bizde bazı yanlışlara yol açıyor. Genel kurmayın brifinglerinde bunlar yalnız direktif almıyorlar. Ayrıca bilgilendiriliyorlar da. Ve yine sadece propaganda olarak biz işin direktif yanını görüyor veya gösteriyoruz. Daha kötüsü onlar kendi kamu oylarını kandırmak veya oluşturmak için gerçeği tersyüz ettirirken biz de bizimkilere psikolojik savaş gerekçesiyle borazanlık yaptırıyoruz.
Bu tutumumuzla yalan yanlış ne kadar bilgi varsa atıştıran ve fakat analizden yoksun bir tüketici topluluk oluşturuyoruz. Sonra eğer kalmışsa analiz yapan yazarlarımız talep yoksunluğundan iflasa sürükleniyorlar. Kötü para iyi parayı kovar. Halbuki zayıf durumda olan bizlerin herkesten çok kaliteli mala ihtiyacı var.
Sonuç olarak bugün gerçekçi yorumlar yapmak için durumu aktif (yani bilgi arayıcısı)sürekli ve sistematik (yani seçmeci ve birleştirmeci) bir izleme-gözleme faaliyeti gerekiyor. Bu, bu işi iş edinmek gerektiği anlamına geliyor. Türkiye de ve Kürdistan da yaşanan olayların yoğunluğu, yaygınlığı ve hızı sağlıklı ve verimli bir izleme sürecini nerdeyse olanaksız kılıyor. Bu işin altından kalkabilmek için belki tek çare kurumsal izlemedir. Bireysel bir izleme ise ancak profesyonel bir çaba olarak başarılı olabilir. Ama bu da yetmez. Bu faaliyet için uygun bir zemin de gerekir. Aksi takdirde izleyen birey verimli olamayacağı gibi eninde sonunda tıkanmak durumundadır.
Bizim ortam ise bu işe hiç olanak bırakmıyor. Ya onlara küfür etmek yada kendimize medh-û sena etmek seçeneklerine sıkıştıktan sonra, ne onların politikalarını nede bizim eksikliklerimizi görmek ve de göstermek olanağı kalmaz. Bir yandan psikolojik savaşın bizde yarattığı içsel ürkeklik öte yandan buna hizmet suçlamasının korkusu ile varsa bile fikirlerimizi söyleyemez duruma geliyoruz. Bizim bakımdan en tehlikeli olan bu durumdur. Bunu aşmadıkça ciddi biralternatif olmamız mümkün değildir.
Kürtlerin tartışmaya gereksinimi var mı?
Birey belli ilişkilerin içine doğar. Her birey içine doğduğu bu ilişkiler karşısında şu ya da bu tutuma sahip olarak yaşamını sürdürür ve belli ilişkiler içinde bireysel varlığı son bulur. Bu ’apaçık’ gerçek tüm zamanlarda bilinen bir gerçek değildi. İnsan bireylerinin gerek birey olarak kendi var oluşları gerekse fert olarak başka bireylerin var oluşlarına ilişkin algılamaları hep bu biçimde tanımlanmış değildir. İnsan bireyi insanlarla olan ilişkilerinin (ki bu ilişkiler toplumsal düzey olarak doğa ile belli bir ilişkiyi var sayar) toplamından mürekkeptir.
Düşünen insan ile davranan insanın aynı insan olması doğal yaşam karakteristiği. Bundan uzaklaşma yani insanın ya düşünen ya da davranan yaratık haline gelmesi yalnız iş bölümü değil aynı zamanda gelişme anlamına da geliyor.
Benim bir on yılım davranışsız düşünce, ikinci on yılım düşüncesiz davranış. Hangisi daha iyi veya daha kötü? Bu ikilem ne getiriyor, ne götürüyor? Bunları anlamak gerek. Düşünce ile davranışı birleştirmek olasımı? Nasıl? Son on yılım tam bir düşüncesizlik değil mi? Davranış hiç olmazsa sonuçları ile düşünceye yo laçmalıdır. Düşünce davranışın verimini arttırmaya yaramalıdır. Daha bir sürü zırva. Gerçekten zırva mı?
Fikirile niyet arasında nasıl bir bağ var? Bu soru gelişmenin önemli tahrik edici güçlerinden biri olarak düşünülen ‚ ’tartışma’ konusunda çıkış noktası işlevinigörebilir.
Her tartışma sav ve karşı sav içerir. Eğer bu karşılık yoksa konuşmayı sohbet olarak adlandırıyoruz. Konumuz bu değil. Bir önerme karşıdakine belli bir fikri kabul ettirmeyi ve belki bunun gereklerine göre davranmayı sağlamayı amaçlar. Bu tartışmada içkindir. Eğer böyle bir amaç yoksa tartışmadan değil düşünmeden söz etmek gerekir. Bu da konu dışı. Bu düşünme eylemi yalnız veya toplu olabileceği gibi sesli veya yazılı ya da sessiz de olabilir.
Tartışmada iki içkin amaçtan yada varsayımdan söz edilebilir. İlki tarafların özgün amaçları iken ikincisi ortak amaçtır. Bu da tezlerden hangisinin doğru olduğunun belirlenmesidir. Yani tartışanın amacı ile tartışmanın amacı aynı şeyler değil. Ya da olmak zorunda değil. Bu ayırımların yapılması ve akılda tutulması önemli görünüyor.
Birde her tartışmanın bazı varsayımları var. Bu her şeyden önce amaca ilişkin varsayımlar. Ve metoda ilişkin. Yani tarafların birbirine karşı kullanacakları ve kullanmayacakları araçlara ilişkin varsayımlar. Bu araçların başında mantık varsayımı var. Olmayanların başında ise zor var. Zor içeren tartışma kavgadır. Bu da konu dışı. İkna amaçların başında gelir. İkna ise zoru dıştalar. Bu zorun illa fiziksel zor olması gerekmez.
Demekki tartışmayı analiz ettiğimizde kavramların hiçte belirgin sınırlara sahip olmadığını görüyoruz. Belli tartışma koşularının oluşturulması gerekiyor. Bu noktada neyi ne zaman ve ne kadar söyleyeceğine ben karar veririm. Hadi gel tartışalım demek sağduyuya ters düşüyor. Neden böyle bir tartışmayı uygun bulmadığımız sorulabilir? Şu anda demokrasi, hakkaniyet v.b nedenleri bir yana bırakabiliriz. Asıl başa aldığımız, zımni amaç olan ve henüz tanımlamamış olduğumuz ’verimlilik’. Bu koşulardaki tartışma verimli olamaz. Taraflardan biri diğerinin fikirlerinin bir üçüncüye kabul ettirilmesi amacının görüntüsel aracıdır. Meğerki bu fikirler doğru veya iyi de olsa. Bu tartışma sayılamaz.
Kürtlerin tartışmaya gereksinimi var mı? öyle görünüyor ki; hem de çok var.
Kuşaklararası iletişim:
Bir,İki, …? Bu bizim (?) durumumuzu anlatan bir kitap başlığı. Son bir kaç yıl içinde günlük hengame ile birlikte, çok elle tutulur, istikrarlı olmasa da belli bir işin – işin kabuk değiştirmeden söz etmek yanlış olmaz. Bu hem sosyalizm hem de Kürt yurtseverliği bakımından böyle. Bu başlangıç veya nüvelenme aşamasında dışavurumun daha çok kendini savrulmalarda göstermesine rağmen cılız yenilenme unsurlarını da içinde taşıyor.
Bu nedenle tam da bu aşamada bu nüvelenme karşısında takınılacak tutum, yakın ve özellikle orta vadeli şekillenmede hayati öneme sahip. Hem sosyalist hem de Kürt söyleminde 70-li yıllarda akla bile gelmeyen unsurlar var. (Bunları örneklendirmek gerek.) Ve bu yalnız ’bizim cephe’ de değil, karşı cephede de böyle. Orda da henüz sapla saman birbirinden ayrılmış değil. Bir an yenilenme olarak görülebilecek bir durum çok rahatlıkla eski yaklaşıma yeni makyaj olabiliyor. Ya da tersi. Dikkatli bir gözlem hem kendimizi hem de onları tanımlamada nasıl güçlüklerle karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yeter. Dünün Faşistinin ağzından demokratik sayılabilecek laflar çıkabilirken, dünün sosyalistini piyasa ekonomisini savunur ve geliştirir görmek olanaklı.
Henüz başlangıcını yaşadığımız bu herc-û mercin nasıl bir yörüngeye oturacağı ve nasıl bir düzenliliğe yol açacağını kestirebilmek için nerdeyse falcı olmak gerek. Dünkü kavramlarımızın yeni oluşumu anlamada ve anlatmada yetersiz kaldığını gün be gün daha açık görüyorken, yeni kavramlarımızı da oluşturmuş değiliz. 90-lı yılların süreçlerini 70-li hatta 60-lı yılların kavramları ile anlamanın olanaksızlığı ile yeni kavramların yokluğunu bir arada yaşıyoruz.
Yönlendirici güç olan 70 kuşağı ile aday veya taban olan 80 kuşağı arasında gerekli diyalog sağlanamazsa, kısa bir süre sonra ‚ kendi zamanlarının hikayelerini anlatan dedeler ile osmanlıca yı hiç anlamayan torunların sağırlar diyaloğu’ kaçınılmaz olacak. Bu dönem gerçekten de kritik bir dönem. Beklenebileceği gibi güçlüğün aslını ‚’eskilerin’ yenileri anlaması oluşturuyor. Koşullar eskilere ‚’yenilenmeyi’ dayatıyor. ‘Ya adam gibi kendini yenileyeceksin ya da tarihin çöpsepetinde hak ettiğin yere gideceksin’ diyen bir yeni kuşak olmadığı halde, bunu da kendine dayatmak yükümlülüğü bu kuşağa ait.
Bu yeni durumda belki en çarpıcı olan, Türkiye’de ileriye doğru bir yönelme Kürtlerde geriye doğru. Türk genci çocuk haklarını veya demokrasiyi geliştirme zorlaması altında iken, Kürt genci babasının da gerisine düşürülmüş bir’devrimcilik’ ile meşgul. Biri diskoteklerde toplu danslarla kendinden geçerken diğeri mağaralarda şehadete ulaşmanın sırasını beklemenin heyecanını yaşıyor. Türk gençliği yaşıtlarının yiğitliğini hayranlıkla seyrederken, Kürt genci yaşıtlarınına dağların zirvesinden küçümseme ile karışık bir gıpta ile bakıyor. Bu büyük kopuşma Türk çocuğunu 21. yüzyıl ’demokrasisine’ taşırken, Kürt çocuğunu hiçte hak etmediği ’devrimin orta çağı’na taşıyor. Biri her gün biraz daha batıyla entegre olurken diğeri adım adım asyaileşıyor.
Ve biz bu kopuşu seyrediyoruz.